14 Mayıs 2016 Cumartesi

VE

Son olarak tekrar: "1984, aslında yaşadığımız dünyadan pek farklı değil."
Bizimki partinin kölesi olma yolunda ilk adımı attı.
Seviye 1: Kendinden başkasını düşünme

BAŞARIYLA TAMAMLANDI

Seviye 2: Bildiğin ne varsa söyle

BAŞARIYLA TAMAMLANDI

Seviye 3: Parti'nin üstüne güç yoktur

BAŞARIYLA TAMAMLANDI

Seviye 4: Önce kendini kurtar

BAŞARIYLA TAMAMLANDI

Seviye 5: Büyük Birader'i sev

BAŞARIYLA TAMAMLANDI


KAZANAN: BÜYÜK BİRADER



Bazen varlığını kanıtlayamazsın, Okyanusya'da hiçbir zaman.

Adamı böyle papağan ederler


Aptal değilsen at kendini çöpe!




Bilim?




Büyük Birader her yerde! Yanlış düşünürsen ölürsün.

?

"Son, başlangıçta gizliydi."

Tarih Durdu

 Geçmiş resmen yok oluyordu. Artık hiçbiri Devrim'den önceki yıllarla ilgili bir şey bilmiyordu. Çünkü bütün yazılı belgeler ve kitaplar yok edilmiş ya da çarpıtılmıştı. Hatta resimler, heykeller, sokaklar, yapılan binalar... Ve bu işlem hala devam ediyor. Tarih Okyanusya'da durdu. Bilinenler aslında bilinmiyordu. Acı olansa tarihte yapılan bu çarpıtmayı yapan kişi bile bunu kanıtlayamıyordu. yek kanıt kafasının içindekilerdi  ve onlarda onunla birlikte yok olacaktı.

"...Birilerine göstermeye cesaret edebilseydim, hiç değilse birkaçının kulağına kar suyu kaçırabilirdim. Biz hayattayken herhangi bir şeyin değiştirilebileceğini düşünemiyorum. Yine de, küçük direniş grupları orada burada baş gösterebilir; bu küçük gruplar bir araya gelip yavaş yavaş büyüyebilir..."

1984'ten

"Seviştiğin zaman içindeki enerjiyi boşaltırsın; sonra da kendini mutlu hisseder ve hiçbir şeyi iplemezsin. Ama senin bu halin onların hiç hoşuna gitmez. Her zaman enerji yüklü olmanı isterler. Bütün o yürüyüşler, bağrını yırtarcasına bağırış çağırışlar, bayrak sallamalar, ekşiyip bozulmuş cinsellikten başka bir şey değildir. gönlün ferah keyfin yerindeyse, Büyük Birader'miş,  Üç Yıllık Plan'mış, İki Dakika Nefret'miş, bütün o iğrençlikler neden kendinden geçirsin ki seni?"
1984'ten
"Aklı olan, hem kuralları çiğner hem de hayatta kalırdı."

12 Mayıs 2016 Perşembe

<üç

 Onunkinin ortalıkta görünmediği üç gün boyunca bizimkine bir şeyler oldu. Kendi çapında olanı anlamlandırmaya çalıştıysa da adını koyamadı. Açıkçası ben de koyamadım. Seviyor desem değil. Hoşlantı? Bilmiyorum.

Kaldırım Taşı

 Tabi ki önyargı kötü bir şey. Aksi olsaydı bizimki beş gece evvel kafasını kaldırım taşıyla ezmek istediğini şimdi buluşabilmek uğruna buharlaştırılmayı göze alır mıydı?

*****

 Şimdi, buharlaştırılmak istemiyorsan duygularını yüzünden belli etmemeyi alışkanlık haline getirsen iyi olur.

Okus Pokus

 Tarihi yok edebilmek için yazılı belgeyi yok etmek gerek. Dili sadeleştirme hareketinin sürdürülebilirliğini kesinleştirmek için kelimelerin hafızadan silindiği gibi yazıdan da silinmesi gerek. Düşüncenin yok edilmesi, kitapları yok etmekten geçer.

NAYK

 İnsanlık biriyle başa çıkamazken, Bir'in yansımaları artıyor. Bir bile bu kadar karışmazken bize çakmaları hayatımızı zindan ediyor. Bir bize düşünün, araştırın derken çakmaları; "Tek gerçek bu" demekten çekinmiyor, bizi engelledikçe engelliyor.

Yazık oldu Süleyman Efendi'ye

 Yazık oldu Syme'a. Her şeyin farkındaydı, bu dilin neden sadeleştirildiğinin, sistemin farkındaydı ama bu onu rahatsız etmiyor aksine hoşuna gidiyordu. Yine de onların tarafında olmak onu kurtaramadı çünkü onlar düşünebilen, anlayabilen beyinleri yok etmek istiyorlardı ve Syme onlar için bir tehlikeydi. Syme düşünüyordu, çok biliyordu. BBTR buna izin veremezdi, vermedi de. Bir sabah uyanıldığında Syme diye biri yoktu, aslında hiç olmamıştı. Aptal beyinlerimizin bir uydurmasıydı.

Anımsayamadım?

 O an için unutulması gerekeni unutmak, ihtiyacımız olduğu anda yeniden anımsamak... Parti üyelerinin ve suçluların paçayı kurtarmak için kullandıkları yöntem. Öyleyse biz bu insanlara çıkarlarına göre davrandıkları için pragmatist diyebilir miyiz? Ben diyemem çünkü onları bu konuda yermek için önce dehşet yaklaşırken doğrudan şaşmamak gerek. Henüz bu erdeme erişebildim/dik mi?
 Çirkin olunca ben temalı;
"Winston hemen hiçbir kadından, özellikle de genç ve güzel kadınlardan hoşlanmazdı."

11 Mayıs 2016 Çarşamba

Ters "?"

Ya "tarih" yalansa?

İ.G.

İstiyorsun ve olmuyorsa yeterince uğraşmıyorsun demektir. ***** ***** ****. Bunları ben demiyorum.

BAŞLIKSIZ

+ Şimdi tüm bunları unut!
- NE! Neden?
+ Sadece dediğimi yap ve gerisine karışma. Ne de olsan sen de işine geldiğinde anımsayacaksın, diğer herkes gibi.

                 (Ben de bilmiyorum böyle bir şeyi neden yazdığımı)

****

Hakaret edildiğinde kapıyı çarpıp çıkamıyorsan ne yazık ki o kişi sana hükmetmiş demektir.

***

 Belki de hayatımızın sahipleri Tanrı değilde Büyük Biraderlerdi.

YENİSÖYLEM

 YENİSÖYLEM, Okyanusya'nın resmi dilidir. 
 Amacı, insanları robotlaştırmaktır. İnsanların düşünmelerini engelleyerek onları kendi çıkarları için yaşayan birer köle haline getirmektir. İnsanların sorgulamadan her dediklerini yapan, ne için yaptığını bilmeyen bir millet oluşturmayı amaçlıyor. Çünkü insanlar onun kölesi olursa tek gerçek BÜYÜK BİRADER ve onun düşünceleri olur. Tüm güç Büyük Birader de olur ve kimse isyan edemez, ses çıkaramaz.
 Yöntemi, insanlar sözcüklerle düşündüğünden, sözcükleri en aza indirmektir. Örneğin; "iyi" sözcüğü varken, "kötü" sözcüğüne gerek yoktur, "iyisiz" sözcüğü aynı anlamı karşılar. "Soğuksuz" sözcüğü "sıcak" anlamındaydı. "Artısoğuk", "çok soğuk" ve "çiftartısoğuk", "aşırı soğuk" anlamındaydı.
  Birleşik sözcükler kolay söylenebilcek şekilde birleştirilmiştir çünkü teleffuz hatası o sözcük üzerinde düşünmeye neden olabilir.
 Bu dille ilgili diğer bir nokta ise algıyla oynanılmasıdır. İyi bir anlama sahip olan, insanların ihtiyaç duydukları sözcükleri insanlara kötüymüş gibi göstererek bu kelimelerden nefret etmelerini sağlanmıştır. Örneğin; "keyifkamp" kelimesi zorunlu çalışma kampıdır. "Sevbak", Sevgi Bakanlığı, tek bir penceresi bile olmayan ve insanlara korku saçıyor. "Barbak", Barış Bakanlığı, savaşlarla ilgilendiğinden aslında Savaş Bakanlığı'dır. 

**

Orwell'ın öngörüsünden bize de lazım ya da hiç değilse düşünebilme yeteneğinden.

*

1984, aslında yaşadığımız dünyadan pek farklı değil.

GEORGE ORWELL HAYATI


 George Orwell (1943)


 George Orwell, asıl adı ile Eric Arthur Blair (d. 25 Haziran 1903, Bihar; ö. 21 Ocak 1950, Londra) , 20. yüzyıl İngiliz edebiyatının önde gelen kalemleri arasındadır. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı romanı ve bu romanda yarattığı Big Brother (Büyük Birader) kavramı ile tanınır. Eserlerinde yer alan netlik, zeka, sosyal adaletsizliğe karşı farkındalık ve totalitarizme karşı duruşu onun imzası niteliğindedir.
Orwell'in hayatı, sonradan yazılarını etkileyecek olan deneyimlerle doludur. Burslu okuduğu Eton Koleji'nden mezun olduktan sonra, o sırada bir İngiliz sömürgesi olan Burma'da bulunmuş; kısa süreliğine buranın polis teşkilatında görev yapmıştır. Bu memuriyet döneminde şahit olduğu acımasız uygulamalar, emperyalizme karşı geliştirdiği derin öfkeye katkıda bulunmuştur.
Gençlik döneminde Fransa'da bulunmuş, türlü mesleklerde çalışmış, para sıkıntısı gerek yazarlığa başlamadan önce, gerekse ilk yapıtlarını kaleme aldığı yıllarda yakasını bırakmamıştır.
Orwell'in ömrü, henüz kırk altı yaşındayken noktalanmıştır. Hayvan Çiftliği'nden sonra geniş çaplı bir üne kavuşsa ve maddi sıkıntıları sona erse de yoksulluk günlerinde tutulduğu tüberküloz (verem) hastalığı, hayatının son döneminin büyük bölümünü hastanelerde geçirmesine yol açmıştır.
II. Dünya Savaşı boyunca Observer gazetesinde çalışmıştır. 1945 yılında eşini başarısız bir ameliyat sonrasında kaybetmiş, ölümünden kısa bir süre önce yeniden evlenmiştir.
21 Ocak 1950 tarihinde Londra'da hayata veda etmiş, ardında on adet kitap ve sayısız makale bırakmıştır.
      Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/George_Orwell


2 Mayıs 2016 Pazartesi

Bir hafta boyunca ortalıkta ölü gibi gezsem de "Yine olsa yine yaparım" dediğim bir etkinlikti.
Çok fazla çok vardı ama bu güzel olmasına engel değildi.

2 Nisan 2016 Cumartesi

Ahmet Haşim'in "Müslüman Saati" Üzerine

(Ahmet Haşim'e Katılıyorum)

   "Şimdi heyhat, eski 'saat'le beraber akşam da fecir de bitti."
    Batılı yaşam tarzının hayatımıza girmesiyle beraber bizler artık modernizmin köleleri olduk. Hiçbir eğlenceden geri kalmamamız, şık giyinmemiz, onlar gibi yememiz ve içmemiz gerektiğini söyleyen insanların peşinden gittik ve benliğimizden ödün verdik. Bu modernizm akımının içine girebilmek için bizlere hız ve para gerekti ve bizlerde arzularımıza belki de hırslarımıza ulaşmak için çalışmaya başladık. Ama ne çalışmak! Gece ile gündüzü birbirine katarcasına... Nihayetinde bir nebze de  olsa başardık, benimsedik, içine girdik o yaşayışın. Yaşayışımızı, düşünüşümüzü, giyinişimizi değiştirdik. Değiştirdik değiştirmesine de, değiştirince ne oldu? Yorulduk. Bize ait olmayan bu yaşam tarzı bize ağır geldi ve bizler yorulduk. Yeni güne uyanırken artık güneşin ışıklarıyla, gülümseyerek ve dinç bir şekilde değil; olabildiğince geç, yorgun, bedbaht bir halde uyandık.
   Kendimizi içine soktuğumuz bu yaşayıştan artık kaçmak, olabildiğince uzaklara kaçmak istiyoruz. Koşuşturmacayı değil; aheste aheste, doğayı hissedercesine yürümek istiyoruz. Biz, belki de tekrar "biz" olmayı istiyoruz yahut buna ihtiyaç duyuyoruz.

(Ahmet Haşim'e Katılmıyorum)

   Ahmet Haşim, eğer şimdiki dünyayı görmüş olsaydı ne kadar hayali bir şey istediğini, ne kadar olmayacak şeyler yazdığını anlardı. Geçmiş için "Evet, adam doğru söylüyor." diyebileceğimiz bu yazı günümüz şartlarına uymuyor. Şimdi devir yeniliğe gözlerle beraber kapıları kapatma devri değil, yeniliği ve gelişmişliği içeri alma, birlikte yaşama devri. Şu an tüm dünya pratik ve kolay olanın peşinde. Dünya bu kadar gelişmişken biz bu yaşam tarzını reddetseydik şu anda muhtemelen sadece coğrafya atlasına bakarken fark edilebilecek bir ülke olacaktık. Onlar 7/24 hayatın içinde ve gerçeklerden haberdar iken bizler hayata pembe gözlüklerin arkasından veya at gözlükleriyle bakacaktık.
   Yani Haşim, biz zamanın içinde kaybolmadık; kaybolmamak için değiştik.

                                                 Sümeyya  BAYRAKTAR


ŞU ÜTOPYA MESELESİNE DAİR

MÜKOLAND

SOSYAL  HAYAT

   Mükoland, insanların her saaatte sokakta rahatça gezebileceği kadar güvenli, kütüphanelerin 7/24 açık olduğu, insanların birbirleriyle saygı çerçevesinde yaşadığı ve iletişim kurduğu,çocukların sokaklarda top, misket oynadığı, ip atladığı,sabah evden çıkıp akşam hava kararınca eve girdiği, televizyonun, telefonun, bilgisayarın ve tabletlerin belirli sürelerde kullanıldığı, akşamları ailelerin hep birlikte oturup muhabbet ettiği bir ülkedir.
   Mükoland de pazar akşamları saat 8'den 9'a kadar kitap okunur ve ülkenin etrafında bulunan megafonlar sayesinde tüm halk okunan kitabı dinler.
   Mükoland de zengin ve fakir gibi kavramlar yoktur. Tüm insanlar aynı seviyede yaşar. Mesleklerden alınan para eşittir.
   Mükoland halkı, insanları dinlerine, dillerine, ırklarına göre ayırmazlar.
   Ülkenin en güzel yanlarından biri de ormanların büyük yer kaplaması sayesinde havanın sanki huzur kokuyor olmasıdır. Ülkede ağaç kesimi yasaktır. Sadece endüstriyel amaçlı yetiştirilen ağaçlar kesilebilir. Eğer ormanlarda bir bölge çeşitli sebeplerden (yangın gibi) tahrip olmuşsa zaman kaybetmeden toprağın bakımı yapılıp yeniden fidan dikilir. Bu tahribi bir insan veya bir grup kasıtlı olarak yapmışsa, alana ekilecek olan fidanları ektikten sonra uzay boşluğuna sürgün edilir. Fakat istemeyerek yapmışsa/yapmışlarsa fıdanları ektikten sonra hayatına/hayatlarına devam eder/ederler.

KÜLTÜR

   Tarihi mekanların tümü devlet tarafından koruma altındadır.
   Her ailenin en az ayda bir defa tarihi bir mekana gitmesi zorunludur.
   Turist çeken yerlere yapılacak olan inşaatlar, trustik alanın dışında yapılır.

EĞİTİM SİSTEMİ

   Mükoland de öğrenciler altı yaşında eğitime başlar. Yedi yıl zorunlu olarak pozitif bilimleri öğrenirler. Öğrenciler yılda sekiz ay, haftada beş gün, günde altı saat ders görürler. Saat sabah 8'de başlayan dersleri, öğlen 1'e kadar devam eder.
   Pazartesi- çarşamba saat 15.00'dan 16.30'a kadar öğrencinin ilgi duyduğu alanın kursuna gitmesi zorunludur (Spor, müzik, resim, edebiyat, yönetmenlik, yazarlık vs).
   Cuma günleri beşinci, altıncı, yedinci sınıfta olan her öğrencinin 14.30'dan 16.30'a kadar herhangi bir sosyal yardım kuruluşunda çalışması zorunludur.
   Bu yedi yılın sonunda öğrenciler ilgi alanlarına göre ders alırlar.

HUKUK

   Mükoland de suç işlemek yasaktır. Suç işleyen kişiye ise asla taviz gösterilmez ve uzay boşluğuna sürgün edilir.

ULAŞIM

   Mükoland de trafik yoktur. Çünkü insanlar toplu taşıma araçlarını kullanırlar. Bu sayede araç sayısı azdır.
   Ülkede bulunan hava araçları da ulaşımı kolaylaştırmıştır.




25 Mart 2016 Cuma

TARİH-İ KADİM MAKALESİ

  Tevfik Fikret 1867 yılında İstanbul da doğmuş, Servet-i Fünun sanatçılarının en önemlilerindendir.
   Fikret'in edebi hayatının şekillenmesinde Abdülhak Hamit'in ve Galatasaray Lisesindeki öğretmeni Recaizade Mahmut Ekrem'in önemli yeri vardır.
   Fikret, ilk şiirlerini yazarken "Sanat, sanat içindir" anlayışını benimsemiş daha sonra özellikle meşrutiyetin ilanindan sonra toplum için şiir vermeye başlamıştır. Şiirlerinde aruz ölçüsünü kullanan Tevfik Fikret tıpkı Mehmet Akif Ersoy gibi aruzu Türkçeye başarılı bir şekilde uyarlamıştır. Divan edebiyatıyla bütün ilişkilerini koparmış; Batı edebiyatını, özellikle de Fransız edebiyatını örnek almıştır (1).
   Tevfik Fikret bütün dinlere, tarihe ve kutsal değerlere düşmandır. Dinlerin tutumlarını beğenmemekle birlikte Allah'ı kabul eder (2). Bu düşmanlığın izlerini Tarih-i Kadim şiirinde görmek mümkündür.

          "İşte, der, insanoğlunun geçmiş hayatı bu.
           Ve başlar bize maval okumaya.
           Ninniler uydurup uyutur bizi
           dedelerimizin derin boşluklar içinde,uzun
           zifiri karanlık hayatından.
           Gösterir bize evvel zamanı,
           tek doğru,en güzel örnek, der.
           Bakarsın gelecek günlerin farkı yok geceden.
           Senin tarih dediğin işte budur,
           alnında altı bin yıllık buruşukluklar
           ve bir o kadar da kuşku.
                          ...
           Din şehit ister, gökyüzü kurban.
                          ...
           Yeri göğü elinde tutan o kibirli,
           o somurtkan ve dokunulmaz.
           Bütün kavgalar onun yüzünden değil mi?
                          ...
           Madem bu beden o ölümsüzün işi,
           ne diye kıvranıp durur bin türlü dert içinde?
           Hadi diyelim aslımız toprak bizim,
           sen gel onu kederden bir çamur yap.
           - her yeri kanla, gözyaşıyla dolu -
           İnsaf be bu kadarı da olur mu?
           Sen gel hem yoktan var et,
           sonra da ettiğini boz kötüle."
   
   Belki de "düşman" kelimesi Fikret için yanlış oldu. Fikret dinlere ve Allah'a düşman değildi. O kuşkudaydı. Fikret, aslında çelişkiler dünyasında, bir o yana bir bu yana gidip geliyordu.
           "İnanasım gelmiyor bunların hiçbirine
                          ...
             Belki de hepsi doğrudur, kim bilir,
             belki ben hiçbir şeyin farkında değilim,
             karıştırmaktayım "yok"la "var"ı.
             Kusurum ne? Kuşkuda olmak mı?
             Kuşku koşmaktır aydınlıklara doğru."

   Tarih-i Kadim şiirinde Fikret, kuşkuda olduğunu açıkça söylemiş, ve bu cümleleriyle Mehmet Akif'in tepkisini çekmiştir. Mehmet Akif, "Süleymaniye Kürsüsünde" adlı şiirinde Tarih-i Kadim şiirinden dolayı Fikret'i çok sert bir dille eleştirmiş, ona "zangoç" demiştir. Bunun üzerine Fikret, Akif'e cevap olarak "Tarih-i Kadime Zeyl" şiirinde

              "Şairim... Ziver-i Kürsi-yi Yakin
                Şair-i müctehid-i din-i mübin.
                Hazret-i Molla Sırat'a edebi
                İhtiramatımı takdim ile
                Bi-tereddüd diyorum: "Zangoçluk"          
                Lutf-ı tavsifine şayan olduk:
                Lakin aldanma sakın üstadım,
                Bende bir parça muvahhid zatım.
                Bana anlatma o ra'na dini:
                Bilirim bende senin bildiğini
                Okudum bende itab-ı gaybı
                            ...
                Yaşamak dini benim dinimdir.
                Mü'minim varlığa imanım var,
                Her kanat bir melek eyler ikrar.
                Enbiyadan yaşarım müstağni
                Bir örümcek götütür Hak'ka beni"

dizelerini yazmış aslında kendinin de bir zamanlar Allah'a inandığını, Kuran-ı Kerim'i okuduğunu, oruç tuttuğunu, tesbih çekip, dua ettiğini söylemiş fakat sonra "bizi Hak'ka götüren yol başka" diyerek Allah'a tapmaktan vaz geçmiştir.
   Bu geri dönüşün sebebi kim bilir belki de yaşadıklarıydı. Gördükleri, dönemin şartları, ailesiini kaybetmesiydi.
   Fikret'in dünyasındaki bulanıklığı tüm yaşadıkları arttırmış ve onu karamsarlığı yaşamaya ve yaşatmaya zorunlu kılmıştır.


                                                 Sümeyya   BAYRAKTAR

 SON NOTLAR:
(1) www.edebiyatoğretmeni.org
(2) www.edebiyatoğretmeni.org


24 Şubat 2016 Çarşamba

    MAKALE-İ  HAN-I  YAĞMA

  Edebiyat-ı Cedide topluluğunun ortaya çıktığı dönemde siyasi ortam gergindi*. Devletin birliğini ve bütünlüğünü bozmamak, korumak için basın yayına sansür uygulanmaktaydı. Bu nedenle Servet-i Fünuncular siyasetten uzak durmuşlar, devrin sosyal problemleri üzerinde durmamışlardır. Anlatmak istediklerini üstü kapalı bir biçimde söylemişler, tabir-i caizse özel bir "şiir dili" oluşturmuşlardır. Bunu yapmak için eserlerinde mecazlara, benzetmelere, imgelere çokça yer vermişlerdir. "Sanat, sanat içindir" anlayışını benimsemişlerdir. Sonuçta Servet-i Fünun dergisinde bir araya gelen edebiyatçılar sanatta faydayı değil, zevki ön plana çıkartmayı amaçlamışlardır**. Batı kaynaklı nazım biçimleriyle birlikte süslü, ağır bir dille; realizm, natüralizm, parnasizm akımlarının etkisiyle ürün verme yoluna gitmişlerdir.***.
  Servet-i Fünuncular arasından Tevfik Fikret, Osmanlı'nın dağılma sürecinde yetişmiştir. Edebiyat-ı Cedide topluluğunun önemli isimlerinden Tevfik Fikret,  "Sanat sanat içindir" anlayışını savunmuş, eserlerinde aruz veznini kullanmıştır. Buna rağmen 1901 yılından sonra toplumsal şiirler yazmıştır fakat şiirini toplumsal amaç için kullanırken şekil özelliklerinden taviz vermemiştir****. Bakınız "Han-ı Yağma" şiirinde Tevfik Fikret, döneminin em önemli sorunlarından birini ele almıştır. Osmanlı tebaasının ve yüksek zümresinin yaşamını görmüş, var olanı insanlara şiiriyle anlatmıştir.
  Han-ı Yağma şiirinde Fikret; Osmanlı tebaasının yaşamını kendi topraklarında devam ettirebilmek için canını, malını feda ederken, aç yaşarken; yüksek zümrenin sanki bu yaşananlar hiç yokmuş gibi, sanki savaş sadece yoksulun savaşıymış gibi, sanki Osmanlı en parlak dönemindeymiş gibi keyiflerince harcamalar yapmasını,  eğlenceleler, yemekler düzenlemesini göz önüne sermiştir. Bunu yaparken, şiirinden taviz vermemiş,  dili ustaca kullanmıştır.


   Sümeyya  BAYRAKTAR



Dipnotlar:
*  tr.wikipedia.org
** http://www.turkedebiyati.org/
*** Türk Edebiyatı 11, Coşku Yayınları, İzmir, 2015, s. 69-70.
**** Türk Edebiyatı 11, Coşku Yayınları, İzmir, 2015, s. 81-82.

21 Şubat 2016 Pazar

BENİM ŞİİRİM

BEYAZ DOKUNUŞ

Beyaz çerçeveli pencereden gözüken
Hareketli küçük beyaz noktalar,
Yaklaşınca anladım ki kar...
Sema taşıyamadı yerin yükünü, 
Bıraktı üzerimize beyaz süsünü
Önce haber verircesine
Tane tane, küçük küçük,
Gökyüzüyle dans edercesine,
Salına salına yağdı kar
Sonra o da sabredemeyip
İzin verdi
Ve ayrı düşen kar taneleri,
Artık yeryüzünde birleşti
İnce, beyaz bir örtü oluştu önce
Kalınlaştı, beyaza boyadı
Çatıları, ağaçları, yolları, çimenleri
Küçüğü büyüğü uzak kalamadı daha fazla
Attı kendini sokaklara, karlara



      Sümeyya  BAYRAKTAR

BENİM HİKAYEM

BİRKAÇ  PARÇA  UMUT


   Daha on bir yaşında o babasını, annesi ise hayat arkadaşını kaybetmişti. Biçare annesi yavrularını kimseye muhtaç etmemiş, evin bütün yükünü sırtına almıştı. Yaşayacaktı, çocukları için ayakta duracaktı. Artık her gün o, küçük kızı ile ev temizliğine, oğlu Murat ise okuluna gidiyordu.
   Bazı akşamlar Murat ödevlerini bitirdiğinde, küçük Makbule de tek başına oynamaktan sıkıldığında, salondaki bir duvarı boydan boya kaplayan kanapede oturuyor, hayal kuruyorlardı. Bu onların içini rahatlatıyordu. Hele ki Murat'ın hayalleri, hepsinin suratına bir tebessüm, gönüllerine bir umut konduruyordu.
   Murat okuyacak, polis olacaktı. Annesi ve küçük kız kardeşini başının taci edecek, hem onları hem de vatanını koruyacaktı.
   Birkaç yıl geçti, bir gün zavallı anne bir hastalığa yakalandı ve yatağa düştü. On - on beş gün öyle böyle idare ettiler sonrasında Murat bir fırıncının yanında çırak olarak çalışmaya başladı. Fakat buradan aldığı aylık hasta annesinin ilaçlarını almaya zor yetiyor, evi geçirdirmeye yetmiyordu.
   Annenin durumu gün geçtikçe kötüleşiyor, Murat' ın kalbi biricik annesini böyle bitkin görmeye dayanamıyor, sızlıyordu.
   Yıllardır değişmeyen, artık iyice eskimiş olan kanapeye oturdu ve başını ellerinin arasına alarak düşünmeye başladı.. bir şeyler yapmalı ve annesini iyileştirmeli, hepsini içinde bulundukları bu sefaletten kurtarmalıydı. Aniden yerinden fırladı,  mutfağa girdi ve bir bıçak alarak sokağa attı kendini. Artık düşünemiyor sadece üç - beş sokak arkadaki değerli eşyalar satan bir dükkâna doğru ilerliyordu. Kulakları tıkanmış,  sesleri uğultular halinde duyuyordu. Her adımında içindeki korku biraz daha artıyor,  vücudu biraz daha titriyordu. Biraz daha dayanması gerekiyordu, yolun karşısına geçtiğinde her şey bitecekti. Tabi eğer geçebilseydi. Yolun ortasına gelmişti ki birden yere yığıldı. Siyah bir otomobil Murat'a çarpmıştı. Otomobilin içinden düzgün giyinimli bir adam çıktı ve Murat'a yaklaştı, onu otomobile bindirip ahbabı olan bir doktora götürdü.  Ne kadar uğraştılarsa da Murat'ı kurtaramadılar.
   Murat'ın öldüğünü duyan; hastalıklı zavallı annenin kalbi de vücudu da bu acıya dayanamadı ve kendinden geçti. Sonra anlaşıldı ki anne ölmüştü. Bu bedbaht talihli ev halkından geriye sadece Makbule kaldı ve amcası,  ağabeyinin emaneti olarak gördüğü Makbule'yi himayesi altına aldı.

        Sümeyya  BAYRAKTAR